Bir kişinin yahut milletin zihninde canlanan tasvir olarak adlandırılan imaj kavramı, ansızın olmaktan ziyade belli bir zaman aralığında gerçekleşen olay ve olguların etkisiyle bireysel veya toplumsal olarak zihinlerde oluşur. Tarih boyunca karşılıklı pek çok yaşanan hadiseler zincirinde Batı’nın kolektif belleğinde gelişen “Müslüman ve Türk İmajı” yaklaşık 1000 yıllık bir geçmişe sahip. Doç Dr. Esra Özsüer’in “Türkokratia: Avrupa’da Türk İmajı” adlı kitabında geçmişten günümüze özellikle Batılı devletlerin Türkler hakkındaki düşünceleri gün yüzüne çıkarıyor.
“Emeviler İle Birlikte İslam’a Dair İlk İzlenimler Oluştu”
MS 650’li yıllarda Müslüman Arapların yayılmacı politikaları ile Kuzey Afrika yönünde topraklarını genişletmesi üzerine Batı toplumu zihnindeki Müslüman imajının temelleri oluşmuş oldu. 711 yılında Tarık bin Ziyad’ın Vizigot Krallığı’nı mağlup ederek Avrupa’ya adım atmasıyla Avrupa toplumunda Arap Müslümanlara karşı korku hissiyatı yükseldi. MS 732’de, Frankların Emevileri Puvatya’da durdurması ile Müslüman kuvvetlerin Avrupalılar üzerindeki psikolojik tahakkümü sarsılmış oldu. Fakat feodal sistemin getirdiği gelir adaletsizliği, Avrupa topraklarındaki siyasal ile toplumsal çekişmeler ve bölgedeki “Doğu” tasvirleri, Avrupa insanında Doğu topraklarına dair büyük bir merak oluşturdu.
“Anadolu Üzerinden İnşa Edilmeye Başlanan Türk İmajı”
1071 yılında Selçuklu Türklerinin Anadolu’ya yerleşmesi ile birlikte Avrupalılar ilk kez Türkleri bir düşman olarak kabul etti. Avrupa’nın beşiği olarak gördükleri Anadolu topraklarının Türkler tarafından yurt edinilmesi ve bunun ardından Bizans direncinin kırılması dolayısıyla Türkler ilk kez bu dönemde Avrupalıların zihninde düşman olarak yer aldı. 1096 yılında Papa II.Urbanus’un Avrupalılara kutsal topraklar olan Kudüs’e cihat çağrısında bulunması ile Avrupalılar ilk kez Türk ve Müslüman topraklarında bulunarak tam anlamıyla bölgeyi yakından tanımış oldu. Haçlılar; günümüz Eskişehir, Konya, Mersin, Antakya üzerinden Kudüs’e vardıktan sonra başta Kudüs olmak üzere Antakya ve Urfa’da da krallık kurdular ve böylece Türk ve Müslüman coğrafyasında siyasi olarak da varlık gösterdiler.
XII. yy sonlarından itibaren ünlü Müslüman Komutan Selahaddin Eyyubi’nin Ortadoğu topraklarında Haçlılar’a karşı kazandığı art arda zaferler ve neticesinde bölgedeki Hristiyan gücün bertaraf edilmesi Doğu-Batı çatışmasında büyük bir dönüm noktası oldu. Yavaş yavaş Müslüman ve Türk kuvvetlerinin yenilmez olduklarına dair inançların şekillendiği dönemde, Uzak Doğu’dan yükselen ve Anadolu ile Doğu Avrupa sınırlarına dayanan Moğol tehdidi Anadolu topraklarında etkisini fazlasıyla gösterecek ve bölge içerisindeki siyasi birliği dağıtacaktı. 1240 Kösedağ Savaşının ardından darmadağın olan Anadolu Selçuklu Devleti pek çok beyliğe bölünmüş ve sayısız siyasi karmaşıklıklara sahne olmuştu. Selçuklulardan ayrılarak bağımsızlığını ilan eden beyliklerden biri olan Osmanoğulları, ilerleyen yıllarda yayılmacı bir politika izleyerek gözünü hep Batı’ya çevirecek ve böylelikle Batı’nın kolektif belleğinde derin izler bırakacaktı.
1100’lü yıllardan sonra hızlı bir şekilde yayılmaya başlayan İslamiyet inancı Doğu’da Hindistan’a, Endonezya’ya ve hatta Çin’e kadar uzandı. Bu durumdan rahatsız olan Batılı din adamları İslamiyeti ve Müslümanları kötülemek amacıyla pek çok gerçekdışı eserler yayınladı. Örneğin, en başta kasıtlı ya da kasıtsız bir şekilde Batı’da İslamiyet çok tanrılı ve putperest bir inanç biçimi olarak tanıtıldı. Ayrıca bir Bizans eserinde İslamiyet inancında, kasıtlı olup olmadığı bilinmemekle beraber, “Allah, yuvarlak bir şey” şeklinde bir hurafe ile tanımlandı. Orta Çağ döneminde İslamiyet’e karşı pek çok hurafeler ortaya atıldı. Bunlardan biri, Müslümanların kutsal olarak kabul ettikleri Kabe’de yer alan Hacer’ül Esved Taşı’nın aslında bir Yunan Tanrıçası olan Afrodit’in heykelinin baş kısmı olduğu ve daha sonra heykelinin baş kısmının çalınarak bir şekilde siyaha boyanarak Mekke’ye getirildiği ve Müslümanların bu taşa taptığı iddia edildi. Bununla beraber Batılı din adamları, Müslümanları Cuma gününü kutsal kabul etmesini bile Hacer’ül Esved’e bağlıyor, bunun sebebi olarak da Roma kaynaklarında Afrodit olarak geçen “Venüs”ün Cuma gününü işaret ettiğini gösteriyorlardı.
“Osmanlı’nın Avrupa’ya Ayak Basması İle Türk ve İslam İmajları Daha Çok Bir Tutulmaya Başlandı”
1352 yılında Çimpe Kalesi’nin alınması ile Avrupa topraklarına ayak basan Osmanlı güçleri 1364 Sırpsındığı ve 1389 I. Kosova Muharebeleri ile Türklerin kolay kolay Avrupa’dan atılamayacağını gösterdi. 1396 yılında tüm Avrupa’nın koalisyon kurduğu, hatta savaş halindeki İngiltere ve Fransa’nın ateşkes ilan ederek Haçlı Koalisyonuna dahil olduğu, Niğbolu Savaşı’nda Yıldırım Bayezid komutasındaki Osmanlı ordusunun Haçlıları ağır bir yenilgiye uğratması ile birlikte Osmanlıların kudretini tescilledi. 1453’te Fatih’in Konstantinopolis’i 1 ay 3 hafta 2 gün süren bir kuşatmanın ardından fethetmesi ile Avrupa’da tam anlamıyla “Korkunç Türk” imajı şekil buldu. Zaman içerisinde Türklerin Avrupalılara saldığı korku Avrupalılarda gizliden gizliye hayranlık yarattı. Bu da İncil’de geçen Kızıl At’ın (Yıkım Savaşı Meleği) Türklere benzetilmesi ve bu Kızıl At’ın günahkar Hristiyanlardan Tanrı’nın intikamını alacakmış şeklinde olması ile yorumlandı. Ayrıca Türklerin bu korkunç ve yenilmez hali Avrupalılarda Hristiyanlığın sonunun yakın olduğu şeklinde bir algıya da vesile oldu.
XIV. ve XV. yy.da Türklerin siyasi ve askeri gücü Avrupalı pek çok ilim ve bilim insanının olumsuz fikirlere sahip olmasına sebep oldu. Örneğin Siena Piskoposu Enea, Fatih’in İstanbul’u Fethi’nin ardından “Tanrı’nın bize olan öfkesi yüzünden Türkler vasıtasıyla cezalandırıldıysak buna neden hayret ediyoruz? Tanrı biz günahkarları Türklerin Konstantinopolis’i istilası ile cezalandırdı.” Şeklinde yorumlarda bulundu. Daha sonra II. Pius olarak tarihe geçecek olan Siena Piskoposu Enea Silvio Piccolomoni, aynı zamanda Helen toprakları olarak bilinen bu bölgenin Türkler tarafından ele geçirilmesini “Bu, Homeros ve Platon’un ikinci ölümüdür. Şimdi Türk çökmüş tepemize.” diyerek “Korkunç Türk” imajını desteklercesine düşündüğünü belirtmiş oluyordu.
Osmanlının politik tutumu zamanla Türk ve Müslüman algısının belli bir oranda birleşmesine neden oldu. Bilhassa Sünni İslam’ın sancaktarlığını yapan Osmanlı Devleti, gitgide Balkanlarda genişlemekte ve “Yenilmez” olan imajını daha da güçlendirmekteydi. Kanuni’nin Girit hariç Ege Adalarını hakimiyeti altına alması ve Balkanlarda Belgrad’ı topraklarına katarak Viyana’ya dayanması ile Avrupa’daki telaş daha da yükseldi. 1526 Mohaç Meydan Muharebesi’nde Macaristan’a karşı alınan destansı zafer Avrupa’da “Barbar Türk” imajını iyice zihinlere yerleştirse de korkulan, yenilmeyen ve durdurulamayan Türkler; Avrupa üzerine yaydığı bu karizmatik algısını ciddi anlamda ilk kez 1529 yılında Viyana’da sarsılacaktı. O dönemin siyasi merkezi olan Viyana’da mağlup olan Osmanlı askerleri Avrupalı güçlerin ilk kez “Acaba onlara karşı galip gelebilir miyiz?” sorusunu akıllara getirdi.
“Yenilmez Türk İmajı Kayboluyor”
Hristiyan dünyasında çok önemli bir yer tutan ve günümüz Hristiyan nüfusunun yaklaşık dörtte birini oluşturan Protestan mezhebinin öncüsü olan Alman teolog Martin Luther, Avrupa siyasi tarihinde ziyadesiyle önemli bir dönemece imza atarak adeta taşları yerinden oynattı. 1529 yılında, I. Viyana Kuşatmasının gerçekleştiği yılda, yayınladığı “Türkler Üzerine” adlı eserinde Türkler hakkında bu korkunç imaj çerçevesinde birtakım iddialar ortaya attı. Türkleri; “İsa Karşıtı” olarak adlandırdığı Papa ve onu destekleyenlerin işlediği günahların cezası olarak Tanrı tarafından kendilerinin üstüne salınan bir topluluk olarak tanımlayan Luther, Hristiyan tebaasının günah işlemeyi bıraktığında Türklerin de Avrupa sahnesinden silineceğini iddia ediyordu. Luther’in Protestanlık mezhebini Avrupa’da yaymaya başlaması ve zamanla birçok Avrupalı devletin Protestanlığı kabul etmesi ile beraber Avrupa’daki son din savaşı olan Otuz Yıl Savaşları (1618-1648) gerçekleşecek ve savaş sonunda imzalanacak Vestfalya Antlaşması ile Avrupa Devletlerinin siyasi kariyerinde önemli bir kırılma noktası olacaktı.
Osmanlı Devleti, 1683 yılında Viyana’da tekrar savaşa girmesi ve mağlup olmasının ardından Kutsal Roma-Cermen, Lehistan, Rusya, Venedik, Malta ve Papalık Koalisyonundan oluşan Kutsal İttifak ile girdiği 16 yıllık savaştan da ağır bir yenilgi alınca imzaladığı Karlofça Antlaşması (1699) ile “Yenilmez Türk” imajına en sağlam darbeyi aldı.
1517 İnebahtı, 1529 I.Viyana 1683 II.Viyana Yenilgileri ve son olarak 1699 Karlofça Antlaşması ile beraber “Yenilmez Türk” imajını kademe kademe sarsan ve Karlofça Antlaşmasının ardından ilk defa yüklü miktarda toprak kaybeden Osmanlı Devleti, Avrupa’daki siyasi üstünlüğüne ciddi anlamda zarar verdi. Özellikle 1700’lü yıllardan sonra Batılı seyyahların Osmanlı üzerinden Doğu’ya seyahatler düzenlemesi ve bölgede sosyolojik gözlemleriyle Osmanlı tebaasına yönelik daha gerçekçi izlenimler ortaya atıldı. Özellikle XVIII. Yy itibariyle Osmanlı’nın siyasi gücünü yavaş yavaş kaybetmesi ile Avrupa’da Osmanlılara karşı oluşan “barbar” imajı da etkisini az da olsa kaybetti. Örneğin; Fransız aydınlanmasının önemli isimlerinden biri olan Voltaire, “Türkler, Müslümanlar ve Ötekiler” adlı eserinde özellikle Osmanlı hakkında Orta Çağ’daki acımasız ve sert eleştirilerin aksine daha ılımlı ifadelere yer verdi. “Baskı altında olmakla beraber, Yunanlılar esir muamelesi görmüyorlar. Düşüktürler, hakirdirler, fakat rahatsız edilmezler. Ticaretle uğraşır, tarlalarda çalışırlar. Vergileri pek hafiftir. Patriklerine çok bağlıdırlar. Patrik de onlardan kim bilir ne kadar para sızdırıyor ki, Babıâliye her yıl dört bin Duka altını ödeyebiliyor.”, “Şimdi burada yanlış bir anlayışla savaşmak gereğini duymaktayız; Türk hükümetinin saçma ve münasebetsiz olduğu, ulusların mal ve canlarıyla, topyekûn padişahın kölesi sayıldığı iddia ediliyor. Böyle bir idare kendiliğinden çökerdi. Türkler hür ve bağımsızdırlar. Aralarında hiçbir sınıf farkı yoktur. Yalnız devletteki görevleri dolayısıyla birer rütbeleri olabilir. Karakterleri hem sert ve dik başlı, hem de yumuşak ve sabırlıdır. Yırtıcılığı İskitlerden, yumuşaklığı da Yunanistan ve Asya’dan almışlardır. Gururları çok yüksektir.”, “Türk imparatorluğu Avrupa devletlerinden hiçbirine benzemez fakat oradaki kanunların bir kişinin keyfi üzerine kitleleri asıp kesmeye elverişli olduğunu düşünmek hatadır. Bizler öyle sanıyoruz ki, bir çavuş, eline bir hattı şerif (padişah buyruğu) alarak şehirdeki bütün aile reislerinden, padişah adına kızlarını ve paralarını toplayabilir.” ve son olarak “Bütün tarihçilerimiz, Türk imparatorluğunu istibdada dayanan bir devlet olarak göstermekle bizi çok aldatmışlardır.” Şeklindeki ifadeleri ile Osmanlı idaresine ve tebaasına karşı daha öncesinde olduğundan daha ılımlı düşüncelere sahip olduğunu gösterdi.
“Dağılma Dönemi İle Beraber Üstünlük Hepten Kaybedildi”
1800’lü yıllara geldiğimizde Avrupa tahayyülündeki Osmanlı imajı olduğundan bambaşka bir hal aldı. Özellikle Batı Avrupa Kültürünün kolektif belleğinde aktif bir biçimde yer alan olumsuz Türk imajı, Batılı devletlerin siyasi çıkarları doğrultusunda Balkan coğrafyasındaki gayrimüslim tebaaya da yayıldı. O dönem Viyana’da bulunan ve çoğunluğu Rum nüfustan oluşan pek çok zengin gayrimüslim tüccar, aydın ve bürokratları; geçmişteki ihtişamından eser kalmayan ve adeta “hasta adam” durumuna düşen Osmanlı devletinden ayrılarak bağımsız kendi uluslarını inşa etme isteğinde bulundular. Üst tabakanın bu arzusu zaman içerisinde bölgede gerçekleştirilen misyonerlik faaliyetleri ile alt tabakaya da aşılandı. Batılı devletlerin doğrudan veya dolaylı bir şekilde bölgede karışıklık çıkarmaya çalışması ve bölgedeki halkı saman altından provoke etmesiyle ilk başarılı isyan 1821 yılında Mora’da Rumlar tarafından gerçekleştirildi. 8 yıl süren bölgesel çatışmalar sonucunda 1829 yılında Rumlar bağımsızlığını ilan ederek Osmanlı’dan ayrılan ilk devlet oldu. Böylelikle Osmanlı dağılma yolunda ilk tecrübesini edinmişken 1815’ten bu yana Avrupalı devletler tarafından dile getirilen “Şark Meselesi”nin ilk adımı gerçekleşti. Şark Meselesi, Türkleri Avrupa’dan bertaraf etmek olarak adlandırılırken zamanla diğer Balkan uluslarının da bağımsızlıklarını ilan etmesi ile birlikte Osmanlı Devleti sınırları yaklaşık 250 yıl içerisinde Viyana sınırlarından Edirne bölgesine kadar geriledi.
1919’da başlayan ve 1923’te Cumhuriyetin İlanı ile Türklerin başka bir devletin boyunduruğu altına almanın oldukça zor olduğunu anlayan Batılı devletler, XX. yy.dan itibaren Türkiye üzerinden Doğu imajını kolektif belleğinde revize etmeye başladı. Doğulu milletler de aynı şekilde Batılılar gibi karşı tarafı Türkler üzerinden tasvir etmeye başlayınca Türkler adeta bir “köprü” konumuna geldi. Dünyaca ünlü sanatçı Barış Manço, 1991 yılında BBC ile yaptığı bir röportajdaki “Doğulular için Batılıyız, Batılılar için ise Doğuluyuz.” ifadesiyle bu anlayışa dikkat çekti.
“Günümüzdeki Olumsuz Algı Kırılmaya Çalışılıyor”
2000’li yıllara doğru dünya üzerindeki Türk imajı, daha çok bir başka ulusla kıyaslanarak inşa edildi. Örneğin; 1974 yılında Türkiye’nin Kıbrıs’taki Türk halkına destek olma amacıyla gerçekleştirdiği Kıbrıs Barış Harekatı ile dünya kamuoyunda “barbar, işgalci” olarak gösterildi ve böylelikle Batı tahayyülündeki Türk imajına dair olan kolektif bellek tekrardan devreye girdi. Bir başka örnek ise 1990’lı yılların sonunda Türkiye’nin Ortadoğu’daki politikaları ile ters düşen dönemin Libya Başkanı Muammer Kaddafi, 1998 yılında BBC’ye verdiği bir demeçte Türkiye’nin bölgedeki politikasında ısrar etmesi halinde kendi topraklarında Türk şirketleri yerine Yunan şirketlerine istihdam sağlayacağını beyan etti.
Avrupa coğrafyası içinde yaşanan birtakım gelişmeler ile Türk ve Müslüman imajına dair olan olumsuz algı daha da kırılmaya çalışıldı. Örneğin; Türk asıllı İngiliz siyasetçi Boris Johnson’un İngiltere Başbakanı olarak seçilmesi, İskoçya’da Müslüman bir siyasetçi olan Hamza Yusuf’un Başbakan olarak göreve başlaması bu imaja marjinal bir şekilde değişim kattı.
Haber: Kaan Ağırsoy
Yorum Yazın